Dünyada ve ülkemizde yoğun bir şekilde COVID-19 salgını yaşanırken, hastalıkla mücadele tedbirleri kapsamında sokağa çıkma yasağı dahil birçok önlem uygulanıyor. Bu önlemler kişilerde kaygı ve panik durumları ortaya çıkarabiliyor. Bu çerçevede COVID-19 salgınının insan psikolojine etkileri hakkında Düzce Üniversitesi Eğitim Fakültesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmalık Anabilim Dalı’ndan Dr. Öğr. Üyesi Abdi Güngör, önemli tespitlerde bulundu.

“COVID-19 süreci kaygı, korku ve panik gibi birçok duyguyu içeren bir olgu”

COVID-19 sürecinin bütün dünyayı ve dolayısıyla da ülkemizi oldukça olumsuz etkileyen bir süreç olduğunu belirten Dr. Öğr. Üyesi Abdi Güngör, “Bu süreç toplum sağlığını tehdit etmekle beraber bireysel bazda düşünecek olursak her bireyi de doğrudan etkilemektedir. Yani insanlar ‘virüs kendilerine veya yakınlarına bulaşır mı?’ kaygısını yakından yaşamaktadır. Sadece bu açıdan baktığımızda bile kendi içinde kaygı, korku ve belki bazen panik gibi birçok duyguyu içeren bir olgudan bahsediyoruz.” sözleriyle açıklamalarına başladı.

“Öfke, paranoya, korku, stres, kaygı gibi duygular insanlar arasında çok hızlı bir şekilde dağılıyor”

COVID-19 salgınının ruh sağlığı üzerine etkileriyle ilgili bazı çalışmaların literatürde yer almaya başladığını fakat bu çalışmaların henüz yeterli sayıda olmadığını söyleyen Güngör, “2009 yılında domuz gribinin ruh sağlığı üzerine olan etkileri ile ilgili bir derleme çalışmasında bahsedilen bir başka kavram da ‘psikolojik bulaşıcılıktır.’ İlgili çalışmada salgın dönemlerinde öfke, paranoya, korku, stres, kaygı gibi duyguların insanlar arasında çok hızlı bir şekilde dağıldığı ve bir bakıma insanların birbirlerine iletişim araçları yoluyla bu duyguları bulaştırdığı vurgulanmıştır. Bu duyguların da panik, hastalıktan korunma ve izolasyona karşı direnç, hastanelere akın etme, etrafı suçlama veya işten ve sorumluluklardan kaçınma gibi davranışlara sebep olduğu da belirtilmiştir.” şeklinde konuştu.

Düzce Üniversitesi’nin COVID-19 süreciyle ilgili akademik çalışma sonuçları

COVID-19 sürecinde yürüttükleri ve henüz yayın aşamasında olan bir akademik çalışmada ise, Düzce Üniversitesi öğrencilerinden de katılımcıların olduğu üniversitesi öğrencilerinin; televizyonda, sosyal medyada ve günlük sohbetlerinde COVID-19 konusuna maruz kalma dereceleri ile daha fazla kaygı, korku ve stres hissetmeleri arasında ilişki olduğunu tespit ettiklerini dile getirdi.  Dr. Öğr. Üyesi Abdi Güngör, yine bu araştırma sonucunda korku, kaygı ve stresin öğrencilerin akademik ilgilerinin düşmesi ile ilişkili olduğu sonucuna ulaştıklarını sözlerine ekledi.

Özellikle ve altının çizilerek belirtilmesi gereken bir konuyu dillendiren Düzce Üniversitesi Öğretim Üyesi Güngör, “Daha önceki salgın dönemlerine ait yapılan çalışmaların da hemen hemen hepsinde değinilen ve yine başka akademik çalışmalarla da desteklenen, halen bizlerin de yürüttüğü akademik çalışmalarda ulaşılan sonuçlara göre; bu tür bir salgının insan psikolojisi üzerine olan etkilerinde bireysel farklılıklar anlamlı ve majör bir aracı etki oynamaktadır. Başka bir ifade ile bireylerin umut seviyesi, stresle baş etme biçimleri, sosyal destek algıları, yaşamda anlam seviyeleri gibi bireysel farklılıklar, salgının getirdiği zorlukların psikolojimizi ne kadar etkileyeceğinin belirleyicisidir.” ifadelerini kullandı.

Sosyal izolasyon mu fiziksel izolasyon mu?

Bu süreçte “Sosyal izolasyon mu fiziksel izolasyon mu?” sorusuna dikkat çeken Güngör, “COVID-19 ile mücadele kapsamında bizden istenen aslında fiziksel izolasyondur. Bu süreçte ailemizle, arkadaşlarımızla, meslektaşlarımızla iletişimimizi kesmememiz gerekiyor. Tabii ki bu iletişim tarzımız bir süreliğine alışageldiğimiz gibi fiziksel bir temasla olmayacaktır. Ama en azından iletişim araçları ile bağımızı ve sosyal ilişkilerimizi mutlaka devam ettirmeye özen göstermemiz gerekir. Bu iletişim bize bu süreci yalnız yaşamadığımız duygusunu sağlayacaktır. Yalnız olmadığımız duygusu da, daha fazla dirence sahip olmamıza katkı sağlayacaktır.”

“Hedef ve planlar belirlememiz, bu hedeflere ulaşabilecek yöntemler oluşturmamız umut seviyemizi arttıracaktır”

Bireysel farklılıklardan birisini de umut olduğunu ve umudun sadece her şeyin iyi olacağı şeklinde basit bir temenniden çok daha fazlasını içerdiğini belirten Abdi Güngör, “Umut, motivasyonun temelini oluşturur. Umut seviyemizi yükseltmemiz için hedeflerimiz ve bu hedeflere ulaşabilecek yol ve yöntemlerimiz olmalı. Bir müddet evde kalmamız ve işlerimizi, eğitimimizi evden yürütmemiz gerekiyor. Fakat bu kendimizi tamamen atıl bir pozisyona sokmamızı gerektirmez. Hem evde kaldığımız bu dönem için, hem de sürecin sonunda eski yaşantımıza döneceğimiz döneme dair kişisel hedef ve planlar belirlememiz, bu hedeflere ulaşabilecek yöntemler oluşturmamız umut seviyemizi arttıracaktır. Umudumuzun artması hem bu süreci daha sağlıklı atlatmamıza, hem de daha az duygusal zorluk yaşamamıza doğrudan katkı sağlayacaktır.” diyerek açıklamalarına devam etti.

“Yanlış kaynaktan edinilecek bilgi o kaynağın bize kendi korku ve kaygısını da bulaştıracaktır”

Bu süreçte moral ve motivasyonu kaybetmemenin gerekliliklerinden birisinin de süreci gerekçi bir şekilde algılayabilmek olduğuna değinen Düzce Üniversitesi Öğretim Üyesi, “Evet, bu dönem hem maddi hem de manevi anlamda çok zor bir süreç. Hatta dünyanın içinden geçtiği olağandışı bir süreç. Fakat bu olgunun gerçekçi algılarımızı yanıltmaması gerekir. Gerçekçi algılarımızı tehdit eden bir numaralı faktör galiba bilgi kirliliği olacaktır. Malum dünyanın gündemi COVID-19 ve bu konu gerek medyada, gerekse sosyal medyada çokça yer almaktadır. Fakat medyada ve sosyal medyada dönen bilgileri almakta oldukça dikkatli ve seçici olmamız gerekir. Çünkü bilgi akışı psikolojik bulaşıcılığı da arttırabilir. Örneğin, domuz gribi döneminde çocuklardaki korkunun kaynağı üzerine Hollanda’da yapılan bir çalışmada, çocukların korkularının en büyük etkeninin annelerinin ifade ettiği korku olduğu bulunmuştur. Bu aslında şaşırtıcı bir sonuç da değildir. O yüzden yanlış bir kaynaktan edinilecek bilgi aynı zamanda o kaynağın bize gereksiz bir şekilde kendi korku ve kaygısını da bulaştırmasına sebep olacaktır.”

“İdeal olan, optimum seviyede korku ve kaygı yaşamak”

Yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermemek için bir konuya açıklık getiren Güngör, “Bu süreçte amacımız hiç korku ve kaygı yaşamamak mı? Hayır. Bilimsel bulgulara göre salgın dönemlerinde çok yüksek kaygı da, çok düşük kaygı da gerekli güvenlik tedbirlerinin yeterince alınmaması ile ilişkili bulunmuştur. O yüzden ideal olan, optimum seviyede korku ve kaygı yaşamaktır. Başka bir ifade ile gerçekçi seviyede kaygılanmalı ve gerekli önlemlere riayet etmeliyiz. Gerçekçi seviyede kaygı için de gerçek ve doğru kaynaklardan bilgi edinmeliyiz.” diye konuştu.

Bu Süreç Kalıcı Psikolojik Sorunlara Yol Açabilir mi?

Bu süreç kalıcı psikolojik sorunlara yol açabilir mi? sorusuna da yanıt veren Abdi Güngör, “Şu anda bu sorunun net bir cevabını verebilmek bilimsel olarak pek mümkün değil. Yakın tarihimizde dünya genelindeki salgın hastalıklar ve bıraktıkları psikolojik sorunlara bakarak akıl yürütebiliriz. Fakat şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekir: COVID-19 etki alanı ve dünya çapında doğurduğu sonuçlar itibariyle domuz gribi, SARS veya MERS’ten çok farklıdır. Yine de bu soruya bir cevap vermek gerekirse, hem bilimsel bulgular açısından, hem de kişisel görüşlerime göre toplumun geneli üzerinde, süreç sonlandıktan sonra da kalıcı psikolojik sorunlara sebep olacağını düşünmüyorum. Fakat bazı istisnai durumlar ve kişisel farklılıklar olabileceği şerhini düşerek.”

Süreci Doğru Yürütebilmek Adına Yapılması Gerekenler

Son olarak süreci doğru yürütebilmek adına yapılması gerekenlerden bahseden Dr. Öğr. Üyesi Abdi Güngör, “Evde kaldığımız ve salgınla ülkece mücadele ettiğimiz bu süreçte neyi ve nasıl yapacağımızı planlamalıyız. Bu aynı zamanda umut seviyemizi arttıracak ve daha sabırlı olmamızı sağlayacaktır. Kişisel korunma ve izolasyona önem vermeliyiz. Aslında salgından korunmak için yapmamız ısrarla tavsiye edilen bu durum aynı zamanda ruh sağlığımızı da koruyacaktır. Çünkü optimum seviyenin üstünde veya altında korku/kaygı yaşamamızı da engelleyecektir. Olumsuz duygularla baş etmenin birinci kuralı paylaşmaktır. Yaşadığımız her ne ise güvendiğimiz kişilerle paylaşmaktan, kendimizi ifade etmekten çekinmememiz gerekir. Aileden ve arkadaşlarımızdan destek alabilmeliyiz, onlara destek de verebilmeliyiz. Böylece yalnız olmadığımızı hissedeceğiz ki yalnızlık algısı galiba bu süreçte hissetmek isteyeceğimiz en son duygulardan birisidir. Kişisel olarak yaşamda anlam bulduğumuz aktivitelere daha sıkı sarılmalıyız. Bu dini inançlarımız olabilir, kişisel hedeflerimiz olabilir. Yaşamın anlamını kaybetmezsek kaybolmuşluk ve boşluk duygusuna da kapılmayız. Eğer sürecin kişisel olarak baş edilemez noktaya geldiği düşünülürse veya duygusal anlamda hayatımızı idame ettiremez noktaya geldiğimizi hissedersek, psikolojik danışma gibi profesyonel destek almaktan asla çekinmemeliyiz.”