İslam NATO’su Kurulabilecek mi? İsrail saldırıları ABD - Körfez ülkeleri ilişkilerini nasıl etkileyecek?

Abone Ol

Geçtiğimiz günlerde İsrail’in ABD’nin dışındaki en büyük ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan ve ABD’nin önemli bir müttefiki olan bölgedeki birçok krizde büyük çaba gösteren Katar’a saldırısı ABD-Katar ilişkilerinde önemli bir güven bunalımına yol açarken aynı zamanda Körfez Ülkelerinin güvenlik endişelerini artırmış durumda.

İsrail’in Katar’da Hamas heyetini hedef alan saldırısının ardından toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı ülkeleri, Orta Doğu’da yıllardır tartışılan ancak hayata geçirilemeyen “İslam NATO’su” fikrini yeniden gündeme taşıdı.

Peki, gerçekten böyle bir şey mümkün mü?

İslam NATO’su kurulabilir mi?

İslam NATO’sunun kurulmasının önündeki engeller neler?

İsrail Dışında Hiçbir Ülke Güvende Değil

İsrail’in 9 Eylül 2025, salı günü Katar’da Hamas yetkililerine düzenlediği saldırı Orta Doğu ve uluslararası ilişkiler tarihi açısından önemli bir milat ve parametre olarak bölgedeki statükoya dair bilinen birçok dengeyi değiştirme potansiyeline sahip bir olay olarak okunması gerekir.

Çünkü İsrail ilk kez doğrudan düşman olarak tanımlamadığı ve ABD için önemli bir müttefik olan bir ülkeye saldırı gerçekleştirdi. Hiç şüphesiz ki bu saldırı hukuki ve diplomatik düzlemde bölgesel dengeleri sarsan tarihi bir gelişme oldu. Nitekim ABD'nin talebi doğrultusunda yürütülen ateşkes görüşmeleri sırasında Hamas heyetine saldırı düzenlenmesi Katar’ın egemenliğine olduğu kadar ABD’nin bölgedeki stratejik pozisyonuna da meydan okuma olduğunu ifade etmek gerekir.

Hiç şüphesiz bu saldırının ABD Başkanı Donald Trump’a 400 milyon dolarlık uçak hediye eden ve ABD’ye en az 1,2 trilyon dolar yatırım yapacağını duyuran Katar’a karşı yapılması, ABD’nin dış politika önceliklerini de etkileyecek düzeydedir. Şu bir gerçek ki ABD, İsrail’in saldırganlığını ve yayılmacılığını durduramadığı ve dizginleri ele alamadığı her senaryoda, İsrail uğruna kendi dış politik önceliklerini dahi yitirebileceğini göstermesi açısından önemli.

Doha, Siyonist rejim tarafından vurulan ilk Arap başkenti değil elbette, İsrail daha önce, Lübnan, Suriye, Irak, Yemen ve İran’a çok sayıda saldırı düzenledi. Bu saldırıyı diğerlerinden ayıran en önemli özellik ilk defa düşmanlık ilişkisine sahip olmadığı ve ABD’nin bölgedeki en yakın müttefiklerinden bir ülkeyi hedef alarak yeni siyasi pratik ortaya koyması açısından farklılık taşıyor.

ABD'nin Körfez ülkelerine verdiği güvenlik garantisi, İran Devrimi'nden bu yana Körfez ülkelerini sözde “İran tehdidine” karşı koruma vaadi üzerine inşa edildi. Bu bağlamda ABD bölgede birçok askeri üsler kurdu ve Körfez ülkelerinden trilyonlarca dolar para ABD ekonomisine aktarıldı. Bölge ülkeleri siyasi rollerini ABD politikaları ile uyumlu hale getirdi. Ancak, İsrail'in Katar gibi bir ABD müttefikini bombalaması konusunda ABD'nin tarafsız kalması, esasen saldırganlığın zımnen onaylandığı anlamına gelmekte. Bu durum Katar yönetimi dâhil birçok körfez ülkesinin ABD’nin bu sözde güvenlik garantisine gerçekten inanıp inanmadığını belirsiz hale getirdiğini söyleyebiliriz. Yani en azından Donald Trump döneminde İsrail dışında dünyadaki hiçbir ülke için ABD'nin güvenlik garantisi ve askeri koruma şemsiyesi yok diyebiliriz. Bugün yaşananlar aslından uzun yıllardır bölge ülkeleri tarafından izlenen politikalardan farklı bölgesel politikaların ortaya konması için bir başlangıç noktası ve fırsat olabilir.

Katar-ABD ve Körfez İlişkilerinde Bir Kırılmamı?

Katar ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkiler, 1992 yılında iki ülke arasında imzalanan savunma iş birliği anlaşması ile kurumsal bir çerçeveye kavuşmuştur. Söz konusu anlaşmaya göre Katar'ın toprak bütünlüğüne yönelik herhangi bir saldırı -ister kara ister hava isterse diplomatik söylemler yoluyla gerçekleşsin- ABD tarafından doğrudan kendi ulusal güvenliğine yönelmiş bir saldırı olarak değerlendirilecektir. Katar'ın İsrail saldırganlığına karşı savunmasız kalması; BAE, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Umman gibi ülkelerin de güvenlik kaygılarını artırdı.

ABD ortaklığının İsrail karşısında kendilerine bir güvenlik garantisi oluşturmadığını bizzat tecrübe etmiş oldular. Bu saldırının Körfez ülkelerinde nasıl bir güvenlik travmasına neden olduğunu görmek için liderlerin yaşanan bu olay sonrasındaki yüz ifadelerine bakmak yeterli olacaktır. İsrail'in, Katar topraklarını hedef alan saldırıları, ABD'ye duyulan söz konusu güveni ciddi biçimde tartışmaya açmış, bölge ülkelerinin güvenlik algılarını ve ABD ile ilişkilerini yeniden sorgulamalarına ve tanımlamalarına yol açmıştır. Bugün Arap liderleri kendi kendilerine muhtemelen şu soruyu soruyorlar olsa gerek “İsrail bu kadar pervasız hareket edebiliyorsa Amerikan güvenlik garantilerinin herhangi bir anlamı var mı?"

Buradan çıkarılması gereken iki önemli neticeden birisi; Katar'ın ve Körfez ülkelerinin ABD ile sahip olduğu güvenlik garantilerinin pratikte ne derece bağlayıcı olduğu sorusudur. İkincisi ise ABD'nin, İsrail söz konusu olduğunda müttefiklerinin egemenlik haklarının ihlallerine karşı sessiz kaldığını bir kez daha göstermesidir. ABD, Katar saldırılarına sessiz kalarak aslında şunu ifade ediyor hiçbir ilişki ABD - İsrail ilişkisinin üstünde değildir.

Üç ay önce İran Katar'daki ABD üssüne saldırdığında, ABD üssünü koruyan savunma sistemleri Katar'ı İsrail saldırısından korumadı. Bu durum bize ABD menşeli savunma sistemlerinin, müttefik ülkelere karşı devreye girmeyecek şekilde kısıtlandığını ve kontrolün tamamen ABD’nin elinde bulunması, yerli ve bağımsız hava savunma çözümlerinin ne kadar hayati önem taşıdığını gözler önüne seriyor.

Katar hükümetinin hava savunması için dünyanın en gelişmiş dört sistemiolan: American Patriot PAC-3, Norveçli NASAMS-2, İngiliz Rapier. Ve Fransa-Almanya'dan Roland’ı 19 milyar dolar gibi astronomik rakamlarla satın almasına rağmen bu sistemler en çok ihtiyaç duyulduğunda işe yaramaz hale geldi. Batılı ülkelerden alınan milyarlarca dolarlık silahların bir ülkenin savunma gücünü garanti altına almadığını bu olayda açıkça görüyoruz. Batının bize sattığı silahlar aslında bizi savunmak için değil zayıflıklarımızı artırmaktan başa bir işe yaramıyor maalesef. Türkiye’nin savunma sanayisine yaptığı yatırımların önemini her geçen gün daha fazla anlıyoruz.

İsrail'in arabuluculuk rolü üstlenen bir ülkenin egemenlik haklarını ihlal ederek adeta " haydut devlet” gibi davranması, ABD yönetiminin de bunlara sessiz kalması, barış sürecine yönelik samimi bir iradenin bulunmadığını bir kez daha ortaya koymaktadır. Ayrıca, İsrail’in kuruluşundan bu yana izlediği şiddet ve terör eylemlerini bir devlet politikası olarak kurumsallaştırdığını gözler önüne sermektedir.

Körfez Ülkelerinin Yeni Güvenlik Paradigması?

Hiç şüphesiz İsrail’in bu saldırısı bölge ülkelerinde ciddi kırılmalara neden olacaktır. Büyük ekonomik ilişkilere, müttefikliğe ve ABD üslerine rağmen, Katar'ın İsrail saldırganlığına karşı savunmasız kalması Körfez'in güvenlik dengelerini sorgulanmasına yol açacağı kesin. Bu saldırılar sadece Katar değil, ABD ile iyi ilişkilere sahip BAE, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Umman gibi ülkelerin de güvenlik kaygılarını artırdı. Körfez ülkeleri bundan sonra, ABD ile ilişkilerde sadece ticaret değil, kendi güvenliklerini garanti altına alacak ve daha somut bir çerçevede konuşacaklardır.

Bölge ülkeleri, İsrail’in aşırı saldırgan ve bölgeyi istikrarsızlaştırıcı şekilde hareket etmesine ABD ve Batının sessiz kalmasından ciddi olarak endişe duyuyorlar. Bu bağlamda eski varsayımların yıkıldığını ve yeni güvenlik paradigmalarının ortaya çıkacağını söylemek mümkün. Bölge ülkeleri kendilerini savunabilecek kapasiteye sahip olmak için güvenlik partnerlerini çeşitlendirmek ve ABD ile ekonomik ilişkilerde farklı koşullar öne sürme yöneliminde olacağını tahmin etmek zor değil.

el-Sani'nin çağrısı, İsrail'in saldırgan politikalarına karşı bölgedeki ülkelerin münferit tepkilerinin dışında koordineli ve kolektif bir bölgesel duruş sergilenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bölge ülkelerinin ortak hareket ederek kapsayıcı ekonomik, diplomatik ve siyasi yaptırımlar uygulamaları, İsrail'in uluslararası hukuk ihlallerine karşı etkili bir mekanizma oluşturabilir. Aksi takdirde, İsrail'in ideolojik arka planında yer alan Arz-ı Mev'ud (Vaad Edilmiş Topraklar) doktrini ve dini tahayyül ile bölgedeki kaosun derinleşmesine neden olacaktır.

İslam NATO’su kurulabilir mi? Şartlar Bunun İçin Uygun Mu?

''İslam NATO'su'' fikri, İsrail'in saldırıları ve bölgedeki artan güvenlik riskleriyle yeniden gündeme geldi. Sürecin merkezinde Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan bulunuyor. Bu dört ülkenin askeri kapasitesi ve stratejik konumu ittifakın çekirdeğini oluşturabilir.

İsrail’in Katar’da Hamas heyetini hedef alan saldırısının ardından toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı Ülkeleri, Orta Doğu’da yıllardır tartışılan ancak bir türlü hayata geçirilemeyen “İslam NATO’su” fikrini yeniden gündeme taşıdı. Amerika’dan aldığı sınırsız destekle Ortadoğu’da adeta terör estiren İsrail saldırganlığının Birleşmiş Milletler dâhil hiçbir yapı tarafından durdurulamaması İslam dünyasında endişeyle birlikte çare arayışlarını gündeme getirdi. Katar Başbakanı el-Sani yaptığı çağrıda İsrail'in saldırgan politikalarına karşı bölgedeki ülkelerin münferit tepkilerinin dışında koordineli ve kolektif bir bölgesel duruş sergilenmesi gerektiğini ifade etmesi aksi takdirde, İsrail'in gerek dini söylemler gerekse kurumsallaşmış devlet politikaları çerçevesinde, bölgedeki kaosun derinleşmesinin önünde başka türlü durulamayacağını dile getirmesi acaba İslam NATO’su mu kurulabilir mi düşüncesini gündeme getirdi.

“İslam NATO”su fikri uzun yıllardır gündeme gelmekte, bazı güvenlik işbirliği girişimlerinde bu konu tartışılmış olsa da bugüne kadar gerçek anlamda NATO benzeri, kolektif güvenlik garantisine sahip bir askeri ittifak kurulması mümkün olamadı.

İlk olarak 1969'da kurulan İslam İşbirliği Teşkilatı içinde farklı dönemlerde tartışılan bu fikir 1994'te dönemin Pakistan Başbakanı Benazir Butto tarafından, İslam ülkelerinin ortak savunma gücü kurması gerektiğini açıkça dile getirmesiyle somutlaştı. Son günlerde bölgede yaşanan gelişmelerin ardından İran Dışişleri Bakanlığı’ndan Mehdi Shoushtari, İslam NATO’su için henüz erken olduğunu söylese de bugünkü şartların geçmişten çok daha uygun olduğunu kaydetti.

Bilindiği gibi NATO 1949 yılında 2.Dünya savaşının ardından ABD önderliğinde Batı Avrupa ülkeleri ile birlikte Sovyet tehdidine karşı kurulan siyasi ve askeri bir ittifaktır. Aynı şeyleri bugün İslam dünyası için söylemek mümkün mü? Aslında benzer şekilde 2015 yılında Suudi Arabistan öncülüğünde kurulan İslam Askeri İttifakı (IMAFT): 40’tan fazla ülke kâğıt üzerinde katıldı; “terörle mücadele” amacı güden yapı somut NATO benzeri bir mekanizma oluşturamadı.

İslam İşbirliği Teşkilatı, Birleşmiş Milletler örgütünden sonra Dünya genelinde en büyük ikinci örgüt olmasına rağmen olaylar karşısında kınama dışında herhangi bir politik sonuç üretemiyor. Bu örgütün İsrail üzerinde herhangi bir caydırıcı etkisi de bulunmuyor. Nitekim İslam ülkeleri Katar’da toplandığı sırada İsrail Ordusu’nun Gazze’yi topyekûn işgale başlaması adeta alınan kararlarla alay ettiği yorumlarına neden oldu.

İslam NATO’su tabii ki kurulabilir fakat önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Peki, İslam NATO’sunun önündeki engeller neler? Öncelikle üye ülkelerin böyle bir birlikteliği gerçekleştirecek zihin dünyasına ve ortak çıkarlar etrafında bir araya gelebilme kültürüne sahip olmaları gelmektedir. Bölge ülkelerine baktığımızda her ülkenin kaygıları ve çıkarları farklılık gösteriyor. Tüm bu ayrılıklara ve farklılıklara rağmen bir arada ortak bir güvenlik sistemi geliştirebilmek karşılıklı fedakârlıklar gerektiriyor.

Bu birlikteliğin önündeki engellerin başında hiç şüphesiz ki bölgesel rekabetler gelmektedir. Türkiye – Mısır, Suudi Arabistan ve İran arasında liderlik mücadelesi önemli bir engel olarak karşımıza çıkıyor. Mezhepsel ayrılıklar: Sünni-Şii gerilimi ve jeopolitik farklılıklar; Kuzey Afrika ülkeleri ile Güneydoğu Asya’daki Müslüman ülkelerin güvenlik önceliklerinin çok farklı olması ortak güvenlik vizyonunu zora sokuyor maalesef.

NATO’nun başarısı ABD’nin hegemonik gücünden ve üyeler arasında ortak düşman (SSCB) algısından kaynaklanırken İslam ülkelerinde böyle tek bir güvenlik şemsiyesi oluşturacak lider güç maalesef yok. Ayrıca birçok Müslüman ülke zaten ABD, Rusya veya Çin gibi büyük devletlerle farklı ilişkilere sahip. İslam ülkelerinin bir kısmı Batı bloğunda diğer kısmı ise Rus-Çin ittifakında yer alıyor.

Arap ülkelerinin birçoğu ABD ile güçlü ilişkilere sahipken İran ve Pakistan Rusya ve Çin ile birlikte hareket ediyor. İslam dünyasında liderliği kabul görebilecek en önemli ülke olan Türkiye ise NATO üyesi ve askeri politik açıdan Batı blokunda yer alıyor. İslam dünyasındaki coğrafi, siyasi ve politik olarak dağınık olan bu yapı İsrail’in bölge ülkelerine yönelik operasyon yapmasını kolaylaştırıyor. Ayrıca İsrail’in bu denli pervasız olabilmesinin bir nedeni de Müslüman ülkelerle de açıktan ya da perde arkasından kurduğu siyasi ve ekonomik ilişkilerde kaynaklanmaktadır.

İslam ülkelerinin elinde petrol ve doğalgazdan oluşan enerjiyi bir silah olarak kullanmak dışında askeri ve ekonomik olarak NATO benzeri bir yapılanmanın ortaya çıkması kısa vadede mümkün gözükmese de bölgesel tehditlere karşı güvenlik blokları, ortak savunma paktları ve askeri ittifakların geliştirilmesi artık zorunlu hale geldi.

Nitekim Türkiye ile Mısır arasında 13 yıl aradan sonra ilk kez Doğu Akdeniz'de "Türkiye-Mısır Dostluk Denizi Deniz Harekâtı Özel Tatbikatı" yapılacak olması, Suudi Arabistan'ın 17 Eylül'de Pakistan'la imzaladığı 'Stratejik Karşılıklı Savunma Anlaşması' 'İslâm NATO'sunun ilk adımlarından biri olarak görülebilir. İsrail'deki Siyonist yönetimin Katar'ın başkenti Doha'ya yönelik füzeli saldırısı, Amerikan güvenlik garantilerinin İsrail saldırılarına karşı koruma sağlamadığını bölge ülkelerine açık biçimde gösterdi. Körfez ülkeleri şimdi, atom bombasına sahip tek İslâm ülkesi olan Pakistan'la ortak savunma paktı geliştirmenin yollarını arıyor. Bu anlaşmanın Riyad'a 'nükleer şemsiye' anlamına geliyor.

Dünya petrol üretiminin yüzde 65’i, doğalgaz üretiminin yüzde 51’i, Dünyada bilinen uranyum yataklarının yüzde 39’u, doğal kauçuk üretiminin yüzde 70’i, kalay üretiminin yüzde 52’sine sahip olan bu İslam ülkeleri normalde bu denli bir ekonomik güç dünya siyasetinde de önemli bir güç haline gelebilir. Ancak bahsini ettiğimiz 51 ülkenin yönetimleri ortak bir tavır belirleyebilecek Avrupa Birliği (AB) tipi bir ortak ekonomik ve siyasal birliğe sahip irada ortaya koyamamaktadır. Cemaleddin Afgani’den Malik bin Nebî’ye, Aliya İzzetbegoviç’ten birçok düşünürün söylemi böylesi bir birliği hedeflese de, söz konusu devletlere egemen olan resmî ideolojiler de birlik taraftarı değil ulusalcı-milliyetçi ayrışma taraftarıdır. Bu sebepledir ki günümüzde fiilen ortak tavır alınamamaktadır.

1960’lı yıllarda Ortadoğu’da sert İsrail karşıtı politikalar izleyen Arap liderleri varken bu durumun soğuk savaş sonrasında değiştiğini görüyoruz. Suudi Arabistan Kralı Faysal bin Abdülaziz’in İsrail karşısındaki politikaları, Arap-İslam dünyasında simgesel bir dönüm noktasını temsil eder. Kudüs’ün işgalini “İslam dünyasının kalbine hançer” olarak niteleyen Faysal, İslam ülkelerinin ilk kez kurumsal düzeyde İsrail’e karşı ortak pozisyon almasını sağlamış, 1973 Yom Kippur Savaşı sırasında, ABD ve Batı’nın İsrail’e desteğine tepki olarak petrol ambargosu başlatmıştır. Aynı şekilde Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır’ı İsrail karşıtı söylemleri o dönem gerek Arap dünyasında gerek İslam dünyasında büyük yankı uyandırmaktaydı.

1973 Yom Kippur Savaşı sonrasında Mısır Devlet başkanı Enver Sedat’ın İsrail’le normalleşme adımı olarak kabul edilen Camp David anlaşmasını imzalaması ile başlayan yıllarda düşük ölçekli şekilde inişli ve çıkışlı olarak günümüze kadar gelmiştir. 2011 yılında başlayan Arap Baharı sürecinin tersine evirilmesiyle başlayan İsrail’le normalleşme adımları İbrahimiyye anlaşmaları ile somut bir çerçeveye oturtulmaya çalışılırken Aksa Tufanın başlaması ve ardından İsrail’in Doha’ya saldırması bölge ülkelerinin kendi güvenliklerini sağlamak için farklı ittifaklara kapı araladıklarını görüyoruz.

Türkiye İçin Fırsat Mı?

Katar örneğinde olduğu gibi, ABD'nin müttefiki İsrail'den gelen saldırılara karşı bu sistemlerin devreye girmemesi, Ortadoğu ülkeleri için büyük bir stratejik boşluk oluşturuyor. İsrail’in Katar’a yönelik saldırısının Körfez’de güvenlik boşluğu ve panik meydana getirdiği görülüyor. Amerikan güvenlik şemsiyesinin hiçbir işe yaramadığını gören Körfez ülkeleri alternatif güvenlik arayışlarına yönelmeye başladılar bile. Suudi Arabistan ve Pakistan güvenlik anlaşması bunun en güzel örneği. “Katar krizi” doğrudan Türkiye’nin savunma sanayii ihracatına etki edecek bir durumdur. 2017’de Suudi Arabistan–BAE’nin Katar’a abluka uyguladığı krizde, Türkiye asker göndererek Doha’ya doğrudan güvenlik garantisi sundu. Bu süreçten sonra Katar, Türk savunma sanayiinin önemli müşterilerinden biri haline geldi. Bugün içinde benzer şeyleri söyleyebiliriz. İsrail'in Katar saldırısı bir milat oldu denebilir.

Batıya tam bağımlılıktan kaçmak isteyen Körfez ülkelerinin güvenlik arayışları Türkiye için savunma sanayi ihracatını artırma ve yeni ortak üretim projeleri geliştirme fırsatı demektir. Özellikle İHA/SİHA, hava savunma ve deniz güvenliği alanlarında Türkiye, Batı’ya alternatif bir güvenlik sağlayıcı olarak öne çıkıyor. Körfez ülkelerinin hava savunması, insansız sistemler, erken uyarı ve siber güvenlik konularında acil ihtiyaçlarına Türkiye güçlü çözümler (Bayraktar TB2/Akıncı, Korkut, Hisar-O, Kalkan radar) sunuyor.

Ankara için askeri üslerini ve savunma sanayiini güçlendirme, İslam dünyasında liderlik rolünü pekiştirme, Körfez ülkeleri ile stratejik ortaklığı artırma fırsatı sunuyor.

Sonuç:

İsrail’in Katar’ın ulusal egemenliğini yok sayan bu saldırıları, Gazze’de insanlık dışı soykırım, Suriye, Lübnan, Yemeni bombalaması geçtiğimiz aylarda İran’daki üst düzey yetkililere suikastlar düzenlemesi Mısır'a meydan okuyarak Philadelphi Koridoru'nu işgal etmeye devam etmesi, İHA'ları ve füzeleri, hiçbir egemenlik tanımadan Arap semalarında dolaşıyor olması… Bölgesel güvenliği ve uluslararası hukuku sistematik biçimde ihlal eden, terör eylemlerini devlet politikası düzeyinde araçsallaştıran ve soykırım eylemleriyle uluslararası kamuoyunu karşısına alan İsrail'e karşı kapsamlı, kararlı ve güçlü bir iradenin özellikle bölge ülkeleri tarafından ortaya konulması elzemdir.

Amerika'ya en pahalı hediyeleri ve trilyonlarca dolarlık yatırımları veren Katar gibi zengin bir devlet hala güvenini kazanamıyorsa sebebi sadece çıkar değildir. Gerçek şu ki, ABD ile İsrail arasındaki ilişki bir fayda ilişkisinden çok derin bir inanç ve ideoloji ilişkisine dayanır.

İslam NATO’su fikrini gerçekleştirmek çok kolay olmasa da Katar saldırıları ve son dönemde Gazze’de yaşananlar ve İsrail saldırganlığının İslam ülkelerinde bir şeylerin değişmesi gerektiği inancını uyandırması açısından bir milat olabilir. Hiç kimse güvende değil; Gazze, Doha veya Tunus…