Aile müessesesini temelden sarsarak, toplumda uzun vadeli olarak kapanmayacak yaralar açacak uyuşturucu meselesi, doğurduğu sonuçlar nezdinde ele alındığında en büyük Ulusal Güvenlik sorunu haline geliyor.

Bir anne için, evlat acısından daha dramatik bir boyut olarak karşımızda duran bu illet, hemen her gün bir ailenin dağılmasına, gençleri rehin aldığı için: kayıp giden her gence karşılık ileride kurulması muhtemel bir ailenin yok olmasına neden oluyor.

Bir baba düşünün, gecesini gündüzüne katıp evlatlarının geleceği için kendi hayatını gözünü kırpmadan feda ederek çalışıyor.

Bir sabah uyanıyor bu baba ve evladını almak için evine baskın yapan polislerin mahcup yüz ifadeleriyle karşılaşıyor.

Bir babayı, çok az şey çaresiz bırakabilir, çok az şey omuzlarına dünyadan daha ağır bir yük yükler…

Hayatını gözünü kırpmadan evladı için feda eden o baba, toplum içerisine bir gecede 50 yıl yaşlanmış olarak çıkar. Başı eğik, kalbinde tarifsiz bir hüzün, yüzünde çaresizlik, bir yanda kurtarmaya çalıştığı evladı, bir yanda kendi kendine: “nerede hata yaptım?” sorusu…

Annenin durumunu tarif etmek bu kadar basit değil elbette. Anlatılabilecek bir şey de değil!

Kendi elleriyle evladını, bulaştığı illetten kurtarmak için verdiği mücadele, bir ülkenin değil, bir dünyanın yıkılışını tek başına halledebilecek azmin ta kendisidir!

Aileden ele aldığım bu çıkmazın, topluma hiçbir maliyeti yok mu peki?

Elbette var!

En büyük bedeli uzun vadede toplumun tamamı ödeyecek!

Uyuşturucunun, kullananlar üzerinde oluşturduğu tahribat ve uzun vadedeki ölümcül yıpratma etkisini merak edenler internetten araştırabilir.

Dikkati çekmek istediğim asıl çarpıcı kısım şu:

Maliyeti yüksek olduğu için, bir yerden sonra ticaret zincirinde kendini buluveren gençlerin kaç tanesi, ölmeden cezaevine girebilmeyi başaracak kadar şanslı?

Cezaevine girmenin şans olması cümlesi, çok acımasız, çok soğuk, öyle değil mi?

Maalesef durum aşağı yukarı böyle… Görmediğimiz için, bilmediğimiz için, bize çok uzakmış gibi gelen bu korkunç gerçek, yanı başımızda, karşı komşumuzda, oturduğumuz sokakta ve hatta yaşadığımız evde olabilir!

Sinsice hayatları bitiren, kısa sürede bütün hücreleri devre dışı bırakarak kullanıcılarını yaşayan ölülere dönüştüren çağın en sinsi düşmanı, genellikle kendisini iş işten geçtikten sonra, bir sinir krizi bir intihar vakası olarak gösteriyor.

Toplumu, aileyi çürüten bu sinsi saldırı, uzun vadede nitelikli zihinleri çürüterek, yaşam kalitemizi ve toplumsal farkındalığımızı yok ediyor.

Bu yönüyle de dışarıdan işgal edilmiş bir ülkeden çok daha vahim bir duruma doğru evriliyoruz.

Peki, bu en büyük ulusal güvenlik sorununa karşın, Emniyetin yürüttüğü çalışmalar dışında toplumsal olarak ne yapıyoruz?

İçişleri Bakanlığı’nın “En iyi narkotik polisi annedir” projesi bence bu konuda çok işlevsel fakat daha da yaygınlaştırılabilir.

Bununla birlikte Emniyet güçleri, satıcılara yönelik inanılmaz bir hassasiyetle hareket ediyor ben buna şahidim.

Ama meseleye başka bir açıdan yaklaşmak istiyorum: bu illeti satanlara yönelik hassasiyet kadar, buna bulaşmış ve bağımlısı olmuş kişilere de odaklanılmalı.

Başına bir şey gelmeyeceği temin edilse, birçoğu kendi rızasıyla gidip tedavi olarak bu illetten kurtulmayı tercih eder!

Bununla birlikte, Emniyet satanlara göz açtırmazken, bağımlı olanlara yönelik de Sağlık Bakanlığı, Aile ve sosyal hizmetler bakanlığı daha geniş, daha nitelikli sonuçlar veren projeler geliştirebilir. Buna toplumda tek bir kişinin bile karşı çıkacağını sanmıyorum.

Buna satanlar ve kullananlar dahil!

Olayın teknik kısmını elbette yetkililer kadar detaylı bilmiyorum ama, matematiksel olarak: kullanıcının azaltılması, ürünün değersizleşmesine ve dolayısıyla piyasadaki varlığının azaltılmasına yol açar.

Bundan kurtulmak istemeyecek hiçbir kullanıcı yoktur ama kurtulamadığı ve temin etme maliyetinin ağır olması nedeniyle, bir anda kendini satıcı pozisyonuna geçmekten alıkoyamayacak çok kullanıcı vardır!

Yani özetle: karanlığa küfretmek yerine bir mum yakalım, sineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutalım…